0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

18. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“DUDAKTAN KALBE”

Kalbim bir yük treni gibi yığınla ağırlıkla doluydu. Öyle ki kalbimin taşıyamadığı bu ağırlık kaburgalarıma da yükleniyor, omurgamı eğiyordu. İnsanın kalbi kendine yük olur muydu? Tanrı biliyor ya, bazen bunca ağırlığı kalbimin taşıyamadığını hissederek kalbimi çıkarıp göğsümden atmak istiyordum. O kadar çaresizdim ki acılarıma yer bırakmak için kalbimden bile vazgeçmeyi düşünüyordum.

Ama şu var ki, ben artık kalp atışlarımın sesini duyuyorum ve bundan vazgeçmek istemiyorum.

Hatta bazen bu sesi birisinin duymasından bile korkuyorum...

Hazer’in.

Göz kapaklarımın üstünde, acılarım kadar ağır bir yük vardı ve kirpiklerimi bile kırpmak hüzünlü bir işkenceye dönüşüyordu. Rahat, yumuşak bir yerdeydim ve alnımda bir fazlalık hissediyordum. Uyanalı birkaç dakika olmuştu ama henüz yer yön duygumu kavrayamamıştım.

Anımsayabildiğim son an, Han’ın ”Geldim,” diyen boğuk sesiydi. ”Maçı bırakıp sana geldim.”

Göz kapaklarım fersizce aralandığında odağıma giren ilk şey tavan oldu ve kalbim endişeyle hopladı. Gözlerimin içleri hâlâ suluydu. Dudaklarımın arasından biçare vaziyette inledim ve bakışlarımı yavaşça gözlerimin ışığa alışmasını bekledim.

Birisi benim için ışıkları açık bırakmıştı.

Hazer oradaydı. Kalbim bir an duraksadı. Boğazımda bir susuzluk büyüdü ve endişe içinde kasılan vücudum gevşedi. Hazer buradaysa güvendeydim. Bulanık gözlerle etrafıma baktığımda Hazer’in salonunda olduğumu fark ettim ve derin bir iç çekişin ardından gözlerimi tekrar ona çevirdim. Karşımdaki koltuktaydı ve muhtemelen uyuyordu. Gözleri kapalı, nefesi düzenliydi. Evin perdeleri örtülüydü ve ışığı açık olduğu için hâlâ gece vakti olduğunu düşünüyordum. Üzerimdeki çarşafı kenara bırakarak koltukta yan döndüm ve elimi yanağımın altına koyarak ona baktım.

Uyuyakalmıştı.

Huzursuz görünüyordu ama bunun dışında oldukça sakindi. Çilleri dikkatimi çeken ilk şey oldu ve gözlerim yüzünden aşağıya indiğinde, dudaklarımdan bir ses çıktı. Üzerinde... Beşiktaş forması vardı ve kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuştu. Altındaki kot pantolona bakarken bir ses duydum. Bakışlarım çehresine kaydı ve Hazer’in aralanan dudaklarına şahit oldu. Fısıltı halinde bir kelime duyduğuma emindim ama ne olduğunu anlamamıştım. Gözlerimi kırpıştırdım ve uykusunda sayıkladığını düşündüğüm o anda, sesi daha belirgin yükseldi. “Tutamadım,” dedi ve bunu aynı ses tonuyla tekrarladı. “Tutamadım...”

Kâbus mu görüyordu? Ellerimden güç alarak bedenimi doğrulttum ve aynı anda alnımdan bir şeyin düşmesini şaşkınlıkla karşıladım. Bir ıslak bezdi. Alnıma soğuk bez koyup ateşimi mi almıştı? Islak bezi aldım ve kenara koydum. Gözlerim tekrar endişeli yüzünü buldu ve o yüzün ardındaki gerçeği düşünürken, Hazer’in dudaklarından yine  “Tutamadım,” cümlesi döküldü. Yanağını koltuğun döşemesine sürttü ve terli alnındaki saçların bir kısmı dağıldı. “Bilerek olmadı...”

Kendimi kontrol edemeden oturduğum yerden kalktım ve ayaklarımı sürüyerek onun oturduğu koltuğa ilerledim. Koltuğun önünde durup üzüntüyle ona baktığım birkaç saniyeden sonra aramıza mesafe ekleyerek koltuğun kenarına geçtim. Bakışlarım ellerine kaydı ve tırnaklarını sertçe kollarına geçirdiğini gördüm. Hasta olduğumdan mıdır bilmem ama onu bu kadar dertli görmek dudaklarımın titremesini sağladı. Ne yaptığımın çok da farkında olmadan, tırnaklarını kollarından çekmek için ona doğru uzandım. Parmağım parmağına zayıfça dokunduğu esnada Hazer’in eli elimi yakaladı ve avuç içi elimin üzerine kapandı. “Tuttum...”

Tuttun.

Sıcak avuç içi elimin üzerine yumuşak ama kaygısızca yerleştiğinde, o şarkının sesini duydum ve kulaklarım uğuldamaya başlarken gözlerimi yavaşça kapattım. Aman Tanrım, elleri... Gerçekten zarif. 

“Tuttun,” deyiverdim. “Hazer, tuttun.”

Elimi tutarken sanki ormana elinde ateşle girip tüm ağaçların gözünü korkutuyor ama birini bile yakmaya kıyamadan çıkıyordu.

“Tuttum,” diye tekrarladı ve gergin yüzü gevşediğinde, kalbim daha az acıdı. “Bırakmam.”

Elimi sertçe değil ama bırakmak istemeyerek tutuyordu. “Olmaz,” dedim sanki, beni duyuyormuş gibi. “Yeminle kalpten giderim!”

Hazer yanağını koltuğa sürttü. “Bırakamam...”

Elimi yumuşakça çekmeye çalıştım. “Tutmayı istediğin el benimki değil... Bıraksana Hazer.”

“Ihıh, olmaz.”

O gerçekten bana cevap mı veriyordu? Yoksa hâlâ sayıklıyor muydu? Heyecan içinde büyüyen gözlerim yukarıya kalktığında, Hazer’in açık duran gözlerini gördüm ve nefesimi tuttum. Gözleri, içimde verdiğim savaşın sesinden daha gürültülü sesler çıkararak bana bakarken, “Hazer,” dedim nutkum tutulmuş halde. “Uyanmışsın.”

“Gece yarısı güneşi,” dedi Hazer, aniden. Boğazından güçlü bir yutkunuş akıp geçti. “Öylesin sanki. Gözlerim bir an kamaştı. Ama uykundandır bence, sence öyle midir?”

“Ben...” Elim tir tir titriyordu ve yemin ederim ki Hazer’in eli de benimle birlikte titriyordu. “Bilemem ki? Güneş miyim ben?”

“Gözümü alıyorsun...”

“Yaa…”

Aynı anda, sözleşmiş gibi bakışlarımızı birleşik ellerimize düşürdük ve yine aynı anda ellerimizi çektik. Birbirimizden geriye doğru sıçrarken, gözlerimizi başka yönlere çevirdik. Elim yanıyordu. Hazer koltuğun kenarını sertçe sıkarken, “Herhalde ışık gözüme çarptı,” diyerek telaşla konuştu. “Gece yarısı güneşin ne işi var değil mi? Işıktır o.”

Öksürdüm ve saçlarımı kulağımın arkasına iterek gözlerimi etrafta dolandırdım. Az önce kalktığım koltuk oldukça dağınıktı. Ayakkabılarım parkenin üzerinde duruyordu. Ayakkabı ve çoraplarımı kendisi mi çıkarmıştı? Kızardım ve onu bir kez daha meşgul etmiş olmanın mahcubiyetiyle omuzlarımı düşürdüm.

Elimi alnıma götürerek ateşime baktım. Sıcaktı ama yakıcı değildi. Yorgun ve terliydim. Saç diplerimdeki nem rahatsız ediciydi. Ateşimi düşürmüştü, bunu nasıl yapmıştı? O zarif sihirli elleriyle mi? Bir hastanede veya soğuk evimde değil de onun yanında olduğum için güvende hissediyordum.

Elimi tutmuştu.

“Ben,” diyen Hazer’in sesini duyduğumda ürperdim ve kıpırdayamaz halde ona kulak verdim. “Seni evinden alıp arabaya taşıdıktan sonra hastaneye götürmeyi düşündüm ama sen... Hastaneye gitmeyelim diye sayıklayıp durunca Muazzez’i aradım, ondan ateşini nasıl düşürebileceğimi öğrendim...” Bakışlarının bana döndüğünü hissederek hüzünlü gözlerimi ona doğru sürükledim. “Ateşin azaldı değil mi? Bence azalmalı. Ne öyle kafasına göre çıkıyorsa...”

Ben iğneden çok korkuyor, hastaneleri sevmiyordum. Dudağımın kenarını ısırırken, “Muazzez’i mi aradın?” demiş bulundum kendimi bu soruya hazırlamadan.

“Havale geçireceksin sandım,” dedi Hazer, aynı ses tonuyla. “Onu aramam lazımdı.”

Kafamı sakince salladım. “Anlıyorum.”

“Anlıyorsun.”

Dudağımın kenarını daha sert ısırırken, Hazer’in yüzünden garip bir duygunun geçtiğini görür gibi oldum. Merhamet miydi? Tanrı, gözleri ruhumuzun aynası olsun diye yaratmış olmalıydı. Onu tekrarlamam sanki beklediği, istediği şey gibiydi.

“Mila?”

“Efendim?”

“Bu basbayağı gece yarısı güneşiymiş, gözlerimi alıyor...”

“Ben mi?”

Hazer derin bir iç çekişin ardından gözlerini benden kaçırırken, “Ne söylediğimi bilmiyorum,” diye fısıldadı.

“Bu şarkıyı söylemeyi bilmiyoruz,” dedim, gözlerimi tıpkı onun gibi önüme çekerken. “Ama dinlemesini seviyoruz.”

“Sen de mi duyuyorsun o şarkıyı?”

“Sanki beni dansa kaldırıyorsun...”

Hazer’in güçlükle yutkunduğunu, ağırca nefeslendiğini duydum ama cesaret edip yüzüne bakamadım. Yemin ederim ki kendimi tutamamış, içimden geldiği gibi konuşmuştum ama bu cümlelerin tercümesi yok gibiydi.

Tanrım, bazı anlar nasıl anlatılır?

Ben anlatamıyor, sadece yaşıyordum. Bu gece de evinde kalsam Hazer bir şey demezdi, kaldığım odaya mı çıkmalıydım? Fakat banyo yapmak, terimi atmak istiyordum. Bu isteğimi nezaketle karşılar mıydı?

“Üzgünüm,” dedim içtenlikle. “Seni arayarak bencillik ettim, maçını bile izlemene müsaade edemedim. Aslında maç bittikten sonra gelse...”

“Bitmişti zaten,” dedi bakışlarını benden kaçırarak. Bir an duraksadı, gözleri daha ilgili bir şekilde suratıma çarptı. “Sen benim maçta olduğumu nereden biliyorsun?”

Tabii, o bana maça gittiğini söylemediği için bilmeme şaşırması normaldi. Kıvırmaya çalışırken Hazer’in kaşları derinden çatıldı. “Kerem söyledi değil mi?” Dilini dişlerinin arasına aldı ve sıktıktan bir an sonra serbest bıraktı. “Dedikodumu mu yapıyorsunuz!”

“Ne?” deyiverdim daha da utanarak. “Aaa resmen iftira!”

Hazer’in dudaklarından homurtuyu andıran bir ses çıktı ve kaşlarını daha derinden çatarken, ummadığım bir şey yaparak koltukta bana doğru yaklaşmaya başladı. Elinin birini koltuğun arkasına yerleştirerek yavaşça bana doğru yaklaşırken, “Bak sen,” dedi. Dikkatli bakışları daha da sıcaklaştı. Aramızdaki mesafe erirken, sırtımı koltuğun arkasına yapıştırarak parmaklarımla koltuğun kenarını sıktım.

“Sen... Hep baksana...”

“Sen de hep bak. Yani istersen bakabilirsin.”

Hızlıca kafasını salladı. “Bakayım.”

“Bak.”

Hazer elini koyduğu koltuğun kenarında kaydırarak, koltuğa yapışan saçlarıma yaklaştırdığında, tekrar saçıma dokunacak sandım ve yüreğim hopladı. Hazer de sanki benimle aynı şeyi düşünmüş gibi saçlarıma baktı ve derin bir iç çekti. “Bir daha dokunsam ya?”

“Saçlarıma mı?”

Göğsü daha seri şekilde alçalıp yükselmeye başladı. “Sen nereye istersen...”

“Bak, sen böyle konuşunca benim yine gözlerimi kapatıp seni dinleyesim geliyor.”

Hazer’in yüzü bir an kasıldı ve hemen sonrasında dudağı kıvrılırken, “Yaa,” dedi.

“Yaa.”

Eli saçlarıma dokunmak için kalktı ama ürktüğümü görmüş olmalı ki saçlarıma dokunmadan tekrar koltuğa yerleşti ve parmakları koltuğu sıktı. Başımı önüme eğerken, bir kalp atışı kadar zamanda, gözlerinin susuz kalmış olduğunu görmüştüm.

“Farkında olmadan o kadar çok şey diyorsun ki Mila...”

“İçimden gelince dudaklarımda tutamıyorum.”

“İçinden hep böylesi gelsin o zaman.”

“Hıhı.”

Hazer bana yaklaşmaya son verdi ama aramızdaki yakın mesafeden bana bakarak kalbimi galeyana getirmeye devam ediyordu. “Şapşal.”

“Despot.”

“Şap...” Hazer adeta benimle eğleniyordu. “... şal.”

Formasının yakasından yukarıya, çehresine bakındım ve gözlerine sıkıştığımda, kurtuluşumun olmadığını fark ettim. Dudağımı büktüm, resmen eğleniyordu. Benimle alay ettiği için ona dil çıkardım. Yüzündeki ifade yerini şaşkınlığa bırakırken, benim çoğu zaman yaptığım gibi gözlerini kırpıştırdı ve ben yaptığımın yeni farkına varırken dilim dışarıda kalakaldı. Hazer’in dudakları seğirdi, başını tamamen önüne düşürdü ve yüzünü benden saklarken omuzları sarsılmaya başladı. Ah, gülüyor muydu?

“Be...”

“Bir tek benim yanımda böyle pervasızlıklar yap olur mu Safir? Ben bir şey demem, ama insanlar der; demesinler.”

Yanında çok sık pervasız davranıyordum ama Hazer neden bundan şikâyeti yok gibi davranıyordu?

“Üzgünüm, dil çıkarmak kabalıktı.”

Alçak tondaki sesiyle, “Değildi,” dedi. “Kaba olmak ve sen... Fenerbahçe ve ben gibi; asla yan yana gelmez.”

Duraksayarak gözlerimi yüzüne diktim. “Fenerbahçe’den ne istiyorsun?”

Hazer bocaladı. “Fenerbahçeli değilsin değil mi?”

Aklıma bir fikir düştü ve bu fikri zihnimde tartmadan, “Öyleyim,” deyiverdim, onu kandırarak. Utanç vericiydi ama ne yapayım, tepkisini çok merak etmiştim. “Şimdi sen Fenerbahçe ile yan yana gelmez misin?”

“Nasıl ya?” Hazer hayret ve yıkılmışlıkla bana bakarken, gülmemek için dudaklarımı zorladım. İnanılmazdı ama gerçekten Fenerbahçeli olmam onu dehşete düşürmüş gibiydi. “Nasıl? Nasıl olabilir ya!”

“Öyle işte.”

“Nasıl öyle ya?” Hazer omuzlarını düşürdü ve yanaklarını şişirdi. “Olmamış o iş. Sen bir daha takım tut, hadi.”

Ciddiyetle bana dönüp tekrar takım tutmamı beklemesi karşısında içtenlikle gülebilirdim, kafamı iki yana salladım. “Hayır Hazer, olur mu öyle şey.”

“Ama...” Hazer kaşlarını çattı. “Ben siyah diyecektim, sen beyaz diyecektin. Yani öyle olmalıydı. Niye öyle olmadı ki? Allah Allah ya.”

Bir şey demedim, Hazer bunun doğru olduğunu düşünürken bunu düzeltmedim. Eliyle saçlarını arasında karıştırmasını, dönüp dönüp bana bakmasını izledim. O da bu sessizlikte konuşmadı, sadece bir an bana baktığı sırada nefes alamadığını hissettim.  Benden uzaklaşıp koltuğun diğer tarafına giderken, elimi aramıza koyup merhametle onu izledim.

O esnada ezan sesini duydum, yakınlarda camiden sabah ezanı okunuyordu. Ezanı dinledikten sonra kollarımı kendime sardım.

“İzin verir misin, banyonu kullanayım?”

Göz ucuyla baktım, Hazer sakince kafasını sallıyordu. “Ben de zaten dışarıda bir sigara içecektim,” dedi ve kucağındaki parmaklarıyla oynamaya başladı.

“Ama dışarısı çok soğuk.”

Genzini temizledi. “Zaten ben çok sıcaklamıştım.”

Ben onun için duyduğum endişeyi dile getiremeden Hazer doğruldu ve evin ahşap merdivenlerine doğru ilerledi. “Gel, sana temiz havlu vereyim.”

Koridora çıktığında yaptığı ilk şey ışığı yakmak ve bana yolumu göstermek oldu. Aramızdaki mesafeden onu takip ederek koridorun sonuna dek yürüdüm ve Hazer kendi odasından içeriye girdiğinde, eşiğin önünde durdum. Olduğum açıdan sadece yerdeki beyaz, yün halıyla kocaman kıyafet dolabını görüyordum. Kapakları açıp içerisini karıştırdıktan biraz sonra elinde iki havluyla bana döndü.

“Bunlar var... Hiç kullanmadım.”

“Gracias.”

Genzini temizleyerek elindeki havluları bana doğru uzattığında kullanılmamış havluları alarak kucağıma çektim. “Sürekli sana yük oluyorum, keşke seni hiç tanımasaydım diyor musun Hazer?”

“Aksine, seni tanımakta geç bile kaldığımı düşünüyorum.”

Cümlesi beni ve düşüncelerimi hazırlıksız yakaladı. “Geciktin belki ama geldin... Değil mi?”

Hafifçe yana kaydı ve kollarından birini başımın sol tarafından uzatarak elini duvara yasladı. Vücudu önümde, kolu yanımdaydı. Onunla duvar arasında kalmıştım. Keskin bakışlarıyla yukarıdan beni izlıyordu. Hazırlıksız yakalandığım durumun tadını çıkarıyor gibiydi. Bıraktığım nefesin onun yüzüne çarptığını gördüğümde, Hazer gözlerini sıkıca yumarak, “Geldim,” dedi usulca. Ardından diğer elini kaldırdı. Ben gözlerimi yoğunluğa dayanamayarak yumarken, parmaklarını yumuşakça alnıma dokundurarak ateşime baktı.

“Evet, a... ateşin azalmış.”

Zorlukla konuştum. “Daha iyi hissediyorum zaten.”

Gözlerim kapalıydı ama sanki o gözlerini açmış, beni izliyordu. “Senin yüzünden kekeledim.”

“Duydum.”

“Bu aptallığımı Kerem’e anlatmazsın değil mi?”

Başımı iki yana salladım. “Ihıh, Kerem’e bundan bahsetmeyeceğim.”

“Güzel,” dedi ama bunu güzel olan başka bir şeymiş gibi söylemişti.

Gözlerimi açmaya cesaret edebildim ve doğrudan formasını görerek havluyu sıktım. Uzaklaşmıştı, hemen şimdi bir pervasızlık yapmadan banyoya girmem gerekiyordu. Bir an,  diye düşündüm. Gözlerine baktığımda uzun bir yolu koşup onun gözlerinde soluklanmış gibi hissettim. Sanki ben bu âna onun gözlerini görmek için gelmiştim. “Gir sen, ben dışarıda olacağım.”

Ona bir an evde kalabileceğini de söylemek istedim ama… “Lütfen paltonu üzerine al, üşüme.”

“Banyodan sonra giymen için sana bir şeyler vereyim mi?” Bu aklına yeni gelmiş gibi aniden sormuştu. “Ben seni alırken çantayı orada unuttum, aklıma bile gelmedi. Benim temiz kıyafetlerim var, istiyorsan...”

“Gereği yok,” dedim hızlıca. “İdare edebilirim.”

“En azından bir tişört vereyim?”

“Peki o halde.”

Omuzları gevşedi. Bana bir tişört vermek için tekrar koridorun ucuna, odasına yürümeye başladı. Kazağımın yakasını çekiştirerek açtım ve derin nefesler aldım. Hazer gözden kaybolduktan kısa süre sonra elinde bir tişörtle döndü. “Bir kere bile giymedim.”

Tişörtü uçlarından kavrayarak aldım. “İnandım.”

Banyoya girmek üzereyken “Ilık su kullan,” dedi ciddiyetle. “Sıcak su ve çok soğuk su iyi gelmez şimdi sana. Aşağıda, tezgâhın üzerinde ağrı kesici var, onu içmeden de uyuma. Ateşin yine yükselecek olursa da seslen, ara, bir şey yap geleyim yanına...”

Başımla onayladım. “Buenas noches Hazer.”

“Beni postalıyorsun anlaşılan.” Hazer bu cümleyi kurduğunda utançla ağzımı açtım ve o bunu gördüğünde dudağı kıvrıldı. “Buenos nochas Safir.”

Bana arkasını dönüp merdivenlere doğru ilerlediğinde, “Yanlış söyledin,” diyerek kıkırdadım. “Buenas noches olacaktı.”

Hazer merdivenlerin ortasında durdu. Arkasını dönüp bana ters ters baktı. Omzumu silktim ve kendimi hızla içeriye atıp kapıyı örttükten sonra elimi ağzıma kapatarak kıkırdamaya devam ettim. Sanki çetin geçen bu kara kış yerini bahara bırakmış, dudaklarım, bir çiçek gibi açılmıştı. Kafamı kapıya yaslayarak elimi havaya kaldırdım. Bakışlarımı tuttuğu elime çevirdim.

Bir süre orada durup yalnızca elimi izledim.

Banyonun kapısını kilitlememiştim, normalde bunu asla yapmazdım ama Hazer’in bu koridora bile çıkmayacağına emindim. Elimdekileri müsait bir yere koydum ve soyunmaya başladım. İç çamaşırlarımla kaldığımda küvetin içerisine geçtim ve ılık suyu ayarlayarak saçımı yıkamaya başladım. Banyoyu benden başka kullanan yoktu, bu yüzden rahattım.

Banyom bittiğinde girmeden önce de üstümde olan opak, siyah çorabı giydim. Üzerine eteğimi, üstüme de Hazer’in verdiği tişörtü geçirdim.

Saçlarımı havluya sardıktan sonra diş fırçasına uzanırken aynaya düşen aksime baktım. Hastalıklı göründüğüm aşikârdı ama gözlerimin içinde mutsuzluk değil, taze bir heyecan vardı.

Başımdaki havlu ve üzerimdeki kıyafetlerle aşağıya indiğimde ışığın hâlâ yandığını gördüm. Hazer Han dediği gibi dışarıya çıkmıştı. Sebep olduğum dağınıklığı toplarken tezgâhta bahsettiği ilacı buldum. Hapı suyla yuttuktan sonra mutfaktan çıkıp pencerelerin yanına yürüdüm. Perdeyi kenara çekip gözlerimi merakla pencereden dışarı diktim. Hazer’i hiç aramadan buldum. Bahçede sigara içiyordu. Parmaklarımı kaldırdım, düşünmeden camı tıklatarak dikkatini çektim. Hazer durdu, kafasını kaldırdı ve beni gördüğünde elini saçına atarak, rüzgârda uçuşan saçlarını düzeltti. Yürüyüp karşıma geldi. Aramızda yalnızca cam vardı. Şafak vakti gibi turuncu duran gözleriyle bana bakarken, sol elini kaldırdı ve avuç içini cama yasladı. Camın üzerindeki eline bakarken ben de titreyen elimi kaldırdım ve camın diğer tarafından, onun eline yasladım. Avuçlarımız, aramızda bulunan camın üzerinde birleşirken, parmaklarımız da birbirine denk düştü. Yutkunamadım, gözlerinin içine dalarak elimi camın üzerinden eline daha sıkı bastırdım.

 

🌠

Şeytan, hangi kadehi kaldırıyor gözyaşların için?
Sen ağlıyorsun,
Gülüyor.
Uzunca bir kahkaha...
Şimdi kulaklarında.
Sen ağlıyorsun,
Herkes gülüyor.

 

Sabaha karşı uyuduğum için ancak öğleden sonra uyanabilmiş, dans dersimizin saatini kaçırdığım için kendime epey kızmıştım. Biraz önce de kendime çekidüzen vermiş, onun tişörtünün üzerine kazağımı giyerek aşağıya inmiş ve Hazer’in burada olduğunu, Kerem’le arabayı yıkıyor olduklarını görerek şaşırmıştım. Geçip üçümüz için de sandviç yapmış, bardaklara meyve suyu doldurmuştum. Aslında Hazer meyve suyu sevmediği için ona çay yapmıştım ama henüz arabayı yıkamayı bitiremedikleri için içeriye gelmemişlerdi.

Hazer direktif veriyor, Kerem arabayı yıkıyor ve sürekli konuşuyordu. Kerem gömleğinin ve pantolonunun paçalarını katlamıştı ve açıkçası komik görünüyordu.

“İlahi Kerem.”

Sandviçim bittiğinde Hazer’in Kerem’e söylenerek buraya yürüdüğünü gördüm. Kerem elindeki hortumu yanlışlıkla Han’a doğrultmuş, onu ıslatmıştı. Duyamamış olsam da Hazer’in o an küfrettiğini tahmin ettim. Yerimden fırladım ve saçlarımı düzelttikten sonra deli gibi kalp çırpıntısıyla dış kapıya yürüdüm. O henüz kapıyı anahtarına davranmadan kapıyı açarak onunla yüz yüze geldim. Kışın soğuk fırtınası onun kokusuyla beraber içeriye sürüklenirken, “Ben de tam kapıyı çalacaktım,” dedi Hazer ve eşikten içeriye girdi. “Anahtarım var ama kapıyı çalasım geliyor. Bence çok ilginç, sence de öyle mi?”

“Benim de anahtarın olduğunu bilmeme rağmen kapıyı açasım geldi. Bu da ilginç bence.”

Kızıla çalan amber gözlerinde bir kırılma oldu. Yanıma kadar geldiğinde, solgun yüzümü dikkatle inceledi. “İyisin ya? Öylesin değil mi? Ateşin ne durumda?”

“Gayet iyiyim,” dedim. “Hatta senin için sandviç bile yaptım. Yeşil zeytin de koydum içine, ister misin?”

Hazer omzunun üzerinden arkaya baktı. İşaret ettiğim tezgâhı gördüğünde yüzünden bir duygu geçti ama ne olduğunu anlamadım. Merhamet, şefkat karışımı bir duyguydu.

“Üstümü değiştirmem lazım,” dedi. Bakışlarını üstüne çevirdim, forması ve kot pantolonu epey ıslaktı. “Ama sonra hemen gelip yiyeceğim tamam mı?”

“Tabii.”

“Kendini yorma, geçip otur.”

“Despotluk?”

Hazer üzerindeki formanın eteğinden kaldırıp başını da hafifçe eğerek formasının etek kısmıyla yüzündeki ıslaklığı sildi. Karnının bir kısmının anlık olarak çıplak kalmasıyla bakışlarımı kaçırırken, “Hemen de despot oluyorum yahu,” dediğini duydum. “Yorulma diyorum despot oluyorum, yorul mu diyeyim o zaman? Ama yok, yorulma. Ben despot olayım, sen yorulma yeter...”

Mırıldanarak merdivenlere yönelmeye başladı. Tezgâha tutunarak bir anda çıkan ateşimi kontrol etmek için elimi alnıma koydum.

“Az önce ateşim yoktu ama benim...”

Hazer gözden kaybolmuştu ki kapı çaldı. Yerimden sıçradım. Koşar adımlarla gidip kapıyı açtım.

“Safir Hanım, sizin burada olduğunuzu bilmiyordum,” diyen Kerem’di.

“Buradayım,” dedim. “Beni görmekten bıktın mı yoksa Kerem?”

İçeri girerken güldü. “İlahi Safir Hanım, insan her gün güneşin doğmasından bıkar mı?”

“İltifatların çok tatlı, teşekkür ederim.”

Gururla yürüyerek içeriye geçtiğinde kapıyı kapatarak peşinden girdim. Kerem çoktan tezgâha ilerlemiş, sandviçleri kapmış, salondaki koltuğa yürümüştü. Ağzımı açtım, sandviçlerden birinin Hazer’e ait olduğunu söyleyecek gibi oldum ama bir kez daha bu kabalığı yapmadım. “Çok lezzetli,” dedi dolu ağzıyla. “Hazer Bey çok şanslı.”

Duraksadım. “Neden?”

“İlahi Safir Hanım, anlamamış gibi yapmayın.” Bana işaret parmağını salladı ve imalı imalı güldü.

Kafamı kaşıdım ama bir şey demedim. Kerem sandviçlerini yerken televizyon kumandasına uzandı. Geniş ekranlı televizyonu açarak kanallar arasında zap yaptı. Bir futbol kanalında durduğunda ilgili gözlerle ekrana bakarken, basamaklardaki adım seslerini duyarak kafamı kaldırdım ve onu gördüm. Hızla üzerini değiştirmiş, vücuduna tam oturan bir takım giyinmişti. Lacivert takımı içinde arzı endam ederek merdivenleri inerken, sırtımı ardımdaki duvara yaslayarak dudaklarımı ıslattım. Hazer bakış açısına önce beni aldı ve göz kırparak seslere doğru döndü. Önce Kerem’e, elindeki yarım sandviçe ve sonra da ekrandaki maç tekrarına baktı. “Dün maçı bırakıp gittiniz,” dedi Kerem ve sevimli bir ifadeyle Hazer’e baktı. “Tekrarını izlediniz mi? Beşiktaş kaybetmiş, nasıl üzüldüm anlatamam.”

Hazer’in sol gözü seğirdi ve ellerini kumaş pantolonunun ceplerine yerleştirerek salona doğru ilerledi. “Hakem golü saymadı,” dedi ciddi ciddi. “Yoksa Beşiktaş kazanacaktı!”

“İlahi Hazer Bey.” Kerem sandviçin son parçasını da ağzına atarak Hazer’e güldü. “Beşiktaş’ın kaybettiği her üç maçtan ikisi için aynı şeyi diyorsunuz.”

Hazer ona inanamamış gibi, “Ne diyon la?” dediğinde, ağzım hayretle aralandı.

Ne diyon la?

Kerem bana bakarak gülmeye devam etti. “Sinirlenince Ankara ağzına dönüyor Safir Hanım, çok takılmayın siz.”

Hazer de bana doğru döndü. Duruşunu düzelterek kafasını iki yana salladı. Suratındaki o sinir dolu ifadeye gülmemek için başımı önüme eğdiğimde, “Sandviçler de çok lezzetli olmuş, ellerinize sağlık,” dedi Kerem. Ardından Hazer’e bir göz attı ve Hazer ona her nasıl baktıysa ürkerek koltuktan kalktı. “Özellikle zeytinli olan pek güzeldi.”

Sonra kıs kıs gülerek kapıdan çıkıp gitti.

“Sandviçi mi ona mı verdin?”

Bu pek hoşuna gitmemiş görünüyordu. “Sandviçleri görünce aldı, demek ki açtı. Elinden almam hoş olmazdı, doyduysa mutlu olurum.”

Han derin bir iç çekerek yüzümü izlemeyi sürdürdü. “Bari benimkini yemeseydi.”

“Paylaşımcı ol.”

Yanaklarını, şımarık bir oğlan çocuğu gibi şişirerek bakışlarını televizyon ekranına düşürdü. Dönen maç tekrarına ters ters bakarak bir hışımda kumandaya uzandı. O televizyonu kapatırken ben durmaya son vererek mutfağa koşturdum ve Hazer için yeni bir sandviç yapmaya başladım. Sırtım ona dönük şekilde, tezgâhta sandviçini hazırladım ve iki peçeteye sararak mutfaktan çıktım. Hazer kapıyı açmış, ayakkabılarını giyiyordu. Arkasını döndüğü an beni görerek sırtını kapıya çarptı. Sevimli. Sandviçi ona uzattım. “Kahvaltını yolda ya da ofise varınca yiyebilirsin.”

Kanat çırparak kaçmak istiyordum ama manzara öyle güzeldi ki yapamıyordum. “İçine yine zeytin ekledim, dökülmesin diye de sardım ama eğer taşımam diyorsan götürmek zorunda değil...”

“Götürürüm,” dedi hemen ve uzanıp sandviçi avucunun içinde aldı. “Annem görse, karnımı doyurduğun için seni takdir ederdi,” diye devam etti ve elinin biriyle ensesini kaşıdı. “Gracias mı diyordun sen?”

Si, teşekkür ederim demek.”

Hazer ellerime baktı, yüzüme, gözüme, saçlarıma... “Gracias senorita.”

Dudağımın kenarını ısırarak nezaketle yanıtladım. “Que quieres decir senor.[1] 

Açık kapıdan dışarı çıkmadan önce bana bir bakış attı. Ben, bu bakışın benzerini bir daha kimsede göremeyeceğimi o an anladım. Sanki çıkıp gitmeden önce yapmayı istediği ama yapamadığı bir şey vardı.

Yapamadı...

Arkasını döndü ve gitti.

 

🌙

Bugün evimi boyuyorduk.

Eve gelirken aldığımız boyalarla, öğleden sonra evimi boyamaya başlamıştık. Boya fırçaları oldukça ağırdı ve bir süre sonra ikimiz de yorulmaya başlamıştık. Gazel sürekli gelip ateşime bakıyor, her hapşırdığımda tek başına yapabileceğini söylüyordu ama evimi boyamak açıkçası bana zevk veriyordu.

“Açık gri ha? Gri renge bayılırsın zaten, gözlerin gri olduğu için mi seviyorsun griyi?”

Fırçayı duvarda kaydırırken, “Hayır,” dedim. “Renklere anlam yüklemem. Griyi seviyorum, çünkü gözüme güzel görünüyor.”

Telefon ekranımın parladığını görerek elimdeki fırçayı yere düşürdüm. Gazel irkilerek geriye kaçarken, üstüme sıçrayan boyalara aldırmadan telefonumun yanına ilerledim ve ekranı açtım. Biliyordum işte, mesajı atan oydu.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Mila?

Ah, sadece bu kadar mıydı? Sadece adım. Mila ismimi pek sevmezdim ama o söylediğinde veya yazdığında beni rahatsız etmiyordu.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Evet?

Telefonu sabırsızca yoklayarak mesajı bekledim ve bir kalp çarpıntısı ardından telefon yanıp söndü.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Hiiiiç. Sana mesaj atmak hoşuma gidiyor.

Şapşalca bir şey yaparak kazağı yüzüme kadar çektim. Sanki Hazer karşımda beni izliyormuş gibi kızaran yüzümü gizledim.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Senin gibi meşgul iş adamlarının yapması gereken daha önemli şeyler yok mu?

Bir müddet yanıt gelmedi.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Çokbilmişlik ediyorsun sanki... Ateşin nasıl, onu de bakayım.

Beni merak etmesi çok tatlıydı.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Ateşim yok, iyiyim; teşekkür ederim. Gazel ile boya aldık, evimi boyuyoruz.

Mesajı attıktan sonra bir süre bekledim ama cevap vermedi, meşgul olmalı diye düşündüm. İç çektim ve boyaya devam etmek üzere kalkacakken, bildirim ekranına Han’ın mesajı düştü.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Eline yüzüne boya bulaştırmışsındır şimdi... Fotoğrafını göndersene. Yani göndermek istersen ben talibim, fotoğrafa...

Asla yapamazdım. Elim yüzüm berbat halde, ben ter içindeydim. Parmaklarım ekranda belirdi ve harflere dokunmaya başladı.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Görmeyi istiyorsan gelir ve bakarsın.

Bu mesajı atmaya nasıl cesaret edebilmiştim? Nezaketle geri çevirmem kâfi olabilirdi, bunu yazmamın hiçbir gereği yoktu.

“Kız, kiminle mesajlaşıyorsun sen?”

Yerdeki boya fırçasına uzandım. “Hazer, bir şey sordu da.”

“Hımm, mesajlaşma evresi.” Gazel’in sesi, beni utancın içinde boğacak kadar imalıydı. “Bir de hâlâ inkâr ediyorsun.”

“Sadece konuştuk.”

“Bakalım nereye kadar inkâr edeceksin canımın içi...”

Ben sadece içimden geleni söylüyordum. Bu şeylerden, mesajlaşmalardan, konuşmalardan anlamazdım, bu yüzden bunu bir şeylerle açıklayamıyordum.

Oturma odasının iki duvarını boyadığımızda, hava epey kararmış ve biz de birkaç mum yaktık. Dinlenirken, gelirken aldığımız kumpir ve kolayı yiyip içmeye başladık. Bu süre boyunca Gazel’in telefonu sık sık çalmış ama Gazel huzursuz olmak dışında bir şey yapmamıştı. Onun sıkıntısı sanki aynı kalbi taşıyormuşuz gibi benim de sıkıntım oluverdiğinde hüzünle iç çektim. “Gazel?”

“Söyle canımın köşesi?”

“Sen,” dedim ve cümleleri toparlamaya çalıştım. “Benimle yaşamak ister misin? Biliyorum, evim yetersiz ve hiç de güzel değil ama biz beraber güzelleştirebiliriz. Ne dersin?”

Gazel’in yüzünde güzel bir gülümse ışıldadı ama o ışık çok geçmeden boşlukta kırılarak parçalara bölündü. Onu anlayamamak beni çok incitiyordu.

“Çok güzel olurdu, çok,” dedi içtenlikle. Sesi yaprak misali titriyordu.  “Ama Galip rahat bırakmaz beni, sonra seni de huzursuz eder. Biliyorsun, takıntılı bir adam. Gözünün önünden kaybolunca hemen kızıyor.”

Uzandım ve buz gibi olan ellerini tuttum. “Gazel, Galip çok kaba biri, seni incittiğini hissediyorum. Öyleyse lütfen buna izin verme. Korkuyorsun ondan, insana korktuğu insandan hayır gelmez. Gözündeki morluk, dudağındaki iz... Aklıma kötü şeyler geliyor Gazel, ayrıl lütfen.”

“Galip’e çok alıştım,” dedi ve elimi sıkarak sürdürdü. “Ama o bana sarılmadıkça hiç ona sarılasım gelmiyor. Beni hep aşağılıyor. Haklı, hiçbir şey bildiğim yok! Çok cahilim, ne üniversite okudum ve kültürümü geliştirebildim. Bana hep ezik olduğumu hatırlatıyor sanki...”

“İşte bu sevgi değil,” dedim onun daha fazla incinmesinden çok korkarak.

“Galip peşimi bırakmaz.”

“Saygı duymak zorunda.”

“Bazı insanlar saygı duymaz Safir.”

Maalesef öyleydi. Fakat Gazel’in bunun altında kalmasını, bu mağduriyeti yaşamasını içime sindiremiyordum. Başka çare arıyordum ancak bulamıyordum. Onu, incineceğini bilmesine rağmen o eve göndermek canımı yakıyordu. “Hadi, ye.”

“Ben çok doydum, sen ye.”

Kaşığı zorla ağzına sokmaya çalıştığımda hafifçe gülüştük. Bir süre daha dinlenerek boya işlemine devam ettiğimizde, saat yediyi bulmuştu. Bir ara annemin kaldığı hastaneden aramış, annemin beni görmeyi istediğini söylemişlerdi. Annemin yanına gitmeyi istemiyordum. Çünkü bana bahsettiği tek şey nasıl fahişe olunacağıydı ve bu... Tanrım, çok iğrençti.

Hangi anne kızına fahişe olmasını istediğinden bahsederdi ki?

Boya fırçasını duvarda kaydırırken, mum ışığının dalgalanışını izlemeyi ihmal etmedim. O esnada, karanlığı delen bir ses duyuldu. Gözlerim Gazel’le kesişti. Sokak kapısı çalıyordu. “Acaba hangi hayranın?”

Boya fırçasını duvara dayadım ve kapıya yürüdüm. Soğuktan titreyen çenemi sabit tutmaya çalışırken kapıyı hevesle açtım ve gördüğüm ilk şey onun gözleri oldu. Amber bakışlar, kışın içinde üşümüş bir kuş gibi şakıyarak yüreğimin altına doğru uçtu.

“Merhaba,” dedi kısıkça. “Ben geldim.”

“Çok hoş geldin.”

Hazer ensesini kaşırken onun arkasındaki karartıyı görerek duraksadım. Biraz yaklaştığında Behram olduğunu anladım. Göz göze geldiğimiz ilk anda, “Selamünaleyküm,” diyerek beni selamladı ve elindeki poşeti uzatırken gülümsedi. “Ee, yeni eve gelip de ev hediyesi almamak olmazdı değil mi?”

Hayretle torbayı kucaklayarak, “Ne gereği vardı,” dedim, iyiliği altında ezilerek. “Çok naziksin, teşekkür ederim.”

“Lafı bile olmaz.”

İçeriye buyur ettiğimde soğuk ellerini ovalayarak içeriye girdi ve koridor sonunda gözden kayboldu. Dönüp tekrar Hazer’e baktım. Bakışları bir benim elimdeki poşete, bir de kendi ellerine dönüyordu. “Ben hediye almadım ama...”

Geçmesi için geriye çekilirken, “Ben de senin evine geldiğimde bir şey almamıştım,” diyerek durumları eşitlemeye çalıştım. “Almaman sorun değil.”

“Pis Behram,” diye söylendi ağzında, hiç beklemediğim şekilde. “Şovcu ya! Her zaman benden düşünceli.”

“Arkadaşını mı kıskanıyorsun?”

Hazer’in kulakları sanki dediklerini yeni duymuş gibi kısa anlığına duraksadı. “Hayır, sadece sinirlerimi bozuyor.”

“Sinirlerin çabuk bozuluyordu değil mi?”

Hazer’in bakışları bir an dağıldı. “Söylemiştim... Ben sinirlenince ağzıma sahip çıkamam, dilime geleni söylerim. Zehir olurum, sonra iş işten geçmiş olur ama...”

“Hiç...” deyip sözünü kestim ve bunun özrüyle ona bakarak devam ettim. “Bana da sinirlendiğin oldu mu?”

“Olmadı,” dedi Hazer, sanki kendi de buna hayret ediyordu. “Niye olmadı ben de anlamadım. Olmaz ama... Sana sinirlenirsem kötü bir şey yapmış gibi hissederim ben.”

Dudaklarım soğuktan mı yoksa duygudan mı titredi bilemedim. “İnsanlar bazen birbirine sinirlenebilir.”

“Ben sana sinirlenemem,” dediğinde sesi bir yara gibi sızlanıyordu. “Sinirlensem bile hemencecik geçer.”

“Hı?”

“Hıhı.”

Gözlerini yüzümden çekti ve etrafa göz atarak içeri girdi.

Kalbimi içeride tutmaya çalışarak Hazer’in arkasından salona girdiğimde, Behram ile Gazel’in çekingen çekingen konuştuklarını gördüm. Bizi gördüklerinde kafalarını bizden yana çevirdiler. Gazel’le Hazer arasında gergin bir bakışma geçti, Gazel yalanı açığa çıktığı için Han’dan utanıyordu.

“Size yardım edelim,” diyerek gergin sessizliği böldü Behram. “Safir, geldim ama umarım rahatsız etmiyorumdur. Hazer laf arasında boya yaptığınızdan bahsedince yardımım dokunsun istedim.”

“Çok iyi yaptın,” dedi Gazel ve derin derin Behram’ın yüzüne baktı. Behram ondan tarafa bakmamaya çalıştı ama bir an için dudağının kıvrıldığını gördüm. “Yani, işimiz çabuk biter.”

“Yaa, tabii tabii,” dedi Hazer onlara imalı imalı bakarak. “Kesin o yüzdendir.”

Onu azarlamak istesem de hoş karşılanmayacağı için yapmadım. Bunun yerine hareketlendim ve hediye paketini özenle kenara bırakarak boya fırçasını Gazel’in eline tutuşturdum. “Ben diğer odaya geçeyim, orayı hiç boyamadık.”

Hazer, “Ben seninle içeriyi boyarım,” dediğinde, Behram da omuzlarını silkti. “O zaman ben de Gazel’e yardım edeyim.”

Gazel memnuniyetle gülümsediğinde, Hazer yerinden kıpırdandı ve açılmamış boya kutusunu alarak odanın çıkışına ilerledi. Ben de boya yaptığım fırçayla küçük fırçayı alarak onun peşine düştüm. “Soldaki oda,” diyerek yardımcı olduğumda başını sallayarak bahsettiğim odaya yürüdü.

Bu oda, kare bir yatak odasıydı. Hazer boya kovasını yere bırakarak doğrulduktan sonra üzerindeki kaşe kabanı çıkarmaya başladı. Ceketini de kabanının ardından çıkarıp koyu renkli gömleğiyle kaldığında, elimdeki fırçaları duvara dayayarak elindekilere uzandım. “İstersen alayım?”

“Uğraşma.”

Ceketleri aldım ve ona sırt çevirerek odadan çıktım. Koridoru yürüyerek tekrar salona girdiğimde Gazel ile Behram’ın boyamaya başladıklarını gördüm. Aralarındaki kısık sesli konuşmaları duydum ve onları rahatsız etmeden Hazer’in yükünü çantamın üzerine bıraktım. Oradan bir de mum alarak çıktıktan sonra yatak odasına geri döndüm. Hazer tek dizinin üzerinde, kovanın önünde eğilmişti. Gömleğinin kollarını kıvırmış, yakasından birkaç düğmeyi çözmüştü. “Mum getirdim,” diyerek elimdeki mumu pencerenin mermeri üzerine koydum. “Çakmağın var mı?”

Ardımdan pencereye yaklaştığını hissettim, zaten camın üzerinde de gölgesini görüyordum. Aramıza belli bir mesafe bırakarak durdu, elini kumaş pantolonunun cebine atarak bir çakmak çıkardı. Çakmağı çakıp ateşini muma yaklaştırırken, “Senin için karanlığı hep aydınlatırım,” dedi ve mumun ipi tutuşurken, gözleri cama yansıyan gözlerimle kesişti. Tanrı’ya, merhametini istiyorum demiştim, bu yüzden seni mi gönderdi bana? Eğer merhameti bu kadar görkemliyse, gazabından korkuyorum.

“Karanlıktan korkmama rağmen mum ışığını severim,” dedim ve gözlerinin içine bakmaya devam ettim. “Sen söylemedin, karanlıktan korkar mısın?”

“Hayır, aksine geçip karanlık bir odada oturmak ve tavana bakıp düşüncelerimi dinlemek hoşuma gider.” Ateşini söndürdü ve çakmağını avucunun içine aldı. “Ama... Her nedense senin girdiğin hiçbiri yeri karanlıkta bırakmak istemiyorum.”

“Aslında korkularımız, geçmişteki bir anının, kafamızın içinde büyüttüğümüz hali değil mi?”

“O zaman seni...” Hazer duraksadı, kelimelerini toparlamaya çalışıyor gibiydi. “Karanlıkta mı bıraktılar yani? Geçmişinde?”

“Işığımı çaldılar... Onlar ışığımı çalınca ben zaten karanlıkta kaldım.”

“Safir?” Sesi, keskin bakışlarının aksine yumuşak ve derindendi. “Yanlış anlama ama Gazel de yetimhanede kalmış olmasına rağmen senden daha mutlu görünüyor. Bir şey var... Sürekli korktuğun bir şey var. Dedin ya hani bana, öncesinde başkasının eli vardı şimdi kendi elim var diye? Başkası kimdi, ne kastettin? Biri konuşmanı mı engelliyordu?”

Bakışlarımı kaçırdım ve gözlerimi gölgeleyen geçmişle mumum ipine baktım. “Susmamı söylerdi,” dedim bilinçsizce. Gözlerimdeki geçmişi, şimdi baktığım ateşle yakabilir miydim? Bir küçük ateş, koca bir geçmişi kül eder miydi? “O kadar çok söylerdi ki, doğru olanın bu olduğunu düşünürdüm. O dahil herkes susmamı söylüyordu. Annem, o, Müdire Hanım... Hep sus Mila diye bağırıyorlardı. Ama en canileri oydu...”

Tırnaklarımı avuç içlerime batırarak acıyı kendi bedenimden çıkarırken, daha fazla konuşmamın lüzumsuz olacağını düşünerek sustum. Susmak, yapmayı en iyi bildiğim şey. “Neden eksik konuşuyorsun? Annem diyorsun, Müdire Hanım diyorsun, cani diyorsun? Yetimhaneden bahsediyorsun değil mi? Sana sürekli kızan birisi mi vardı? Peki annen? Onunla aran neden kötü?”

Çok fazla şey soruyordu ama hepsini yanıtlayacak gücüm yoktu. “Annem,” dedim ve tırnaklarımı elimin içlerinden çözüp parmak uçlarıma baktım. “O sürekli beni azarlardı, yani hatırlayabildiğim kadarıyla. Bir tane iğne vardı, sürekli parmak uçlarıma ba... batırırdı. Hastaneye gitmeyi bu yüzden sevmiyorum, iğnelerden hiç hoşlanmam.”

Dudaklarımı sertçe ısırdım ve dönüp Hazer’e bakamadan camın önünden ayrıldım. Ondan uzaklaşarak kenara koyduğum fırçalara yürürken, Hazer’in kıpırdayamaz halde olduğunu hissettim. Sanki donup kalmıştı. “Nasıl yani... Parmaklarına gerçekten...” Sustuğunda, ona bazen konuşmak işte bu kadar zor, demek istedim. “Ama ben şimdi ellerini ne zaman görsem bunu düşüneceğim...”

Hayır, kafasının içinde böyle tatsız düşüncelere yer vermemeliydi. Konunun dağılması için, “Boyanın kapağını açar mısın?” dedim.

Hazer hemen hareket etmedi, belki de edemedi. Konuyu geçiştirmek istediğimin farkındaydı ama sormak istediği bir şeyler var gibiydi. Tek dizi üzerine eğilip boyanın kapağını açtığında, taze boya kokusuyla burnumu kırıştırdım. Hazer boyaya su katmak için odadan ayrıldı. Duyduklarını bu kadar çok mu önemsiyordu? Ya ben? Bunları Gazel’e bile anlatmazdım ki…

Elinde bir pet şişeyle döndü ve suyla boyayı karıştırarak kıvamı ayarladı. Doğrulduğunda, hâlâ yüzüne bakamıyordum. Hazer karşımda durarak ellerinden birini bana uzattı. “Fırçayı alayım mı? Sen epey boyamışsın. Elin yüzün zaten hep boya içinde...” Bir an ilgiyle bu halimi izledi ama buna rağmen yüzüne bakamadım. “Yorulmuşsundur, ben devam edeyim?”

Boya fırçasını uzatırken parmaklarıma yakından, dikkatle baktığını hissettim ve elimi arkama kaçırdım. Hazer de rahatsızlığımın farkına vararak sırtını döndü, duvara doğru ilerledi. Elimdeki küçük boya fırçasına baktım, bununla pencere kenarlarını boyayabilirdim. Eğilerek küçük fırçayı boyayla ıslattıktan sonra pencere kenarına yürüdüm.

Bir süre ikimiz de sessizliği bozmadık ve yalnız boya yaptık. Ara ara Behram ve Gazel’in alçak tondaki seslerini açık kapıdan duyar gibi oluyordum ama ne konuştuklarını anlamıyordum. Yere damlayan boyanın sesi sık sık kulağıma geliyordu. Birbirimizle sırt sırta çalışıyorduk. Mum eriyor, gözlerim loş ışığa her an daha çok aşinalık kazanıyordu. Yorulan bileğimi ovuşturarak pencereye arkamı döndüm ve fırçamdaki boyayı yenilemek için ilerlerken gözlerim Hazer’e takıldı.

Benim için zahmete girmesini izlemek mahcubiyetin yanında, derin ve çatışmalı bir hissi sürükledi ve ayaklarım ona doğru ilerledi. Arkasında durduğumda Hazer varlığımı farkına vararak fırçayı duvara sabitledi ve nefesini tutarak duvara bakmayı sürdürdü. Bir adım kala durmuş ve yanına, ne yapacağımı bilmeden gelmiştim. Uzun, sağır edici sessizlik ilerleyerek ikimizin de nefeslerini hızlandırırken, buna bir son vermenin isteğiyle parmağımı elimdeki fırçaya sürdüm ve parmağıma bulaşan boyayı kaldırarak bir anda Hazer’in yanağına dokundurdum.

“Ne yaptın...” Hazer irkilerek geriye sıçradığında gülmemek için çabaladım. Gözleri elime kaydı ve boştaki parmakları yanağına çıkarak boyayı aradı. Boya parmağına bulaştığında, “Boya sürmüşsün,” dedi ve tek kaşını kaldırdı. “Birilerinin canı mı sıkılmış?”

Eğilip fırçayı yere bıraktığında bana doğru bir adım attı. Göz bebeklerim hafifçe büyüdü. “Bir anda oluverdi,” dedim ürkekçe. “Ne... neden üstüme yürüyorsun?”

“Kabalaşmak istemem fakat öç almayı sevdiğimi söylemiştim.” Hazer kafasını sol yanına yatırdı ve yüreğimi hoplatacak kadar tehlikeli bir yakınlık kurarak bana tamamen yaklaştı. “Öç alacağım.”

“Bu... bence kabalık olur yani...”

Sırtım, ardımdaki duvara çarptığında kaçacak yerim olmadığını fark ettim. Kirli ellerimi de bedenimle duvara yasladım. Hazer, kurduğu tehlikeli yakınlığın ölçüsünü kaçırmış gibi, şuursuzca bana bakarken telaş içinde bir şeyler demeye çalıştım. Elinden birini kaldırdı ve yüzüme yaklaştırdı. Boyalı parmağını yüzüme hizaladı ve parmak ucu burnumun ucuna dokundu. Sıcaklığını hissederek gözlerimi yumduğumda, “Şimdi geriye gitmek, burada kalmak kadar zor,” diye fısıldadı. Parmağını burnum boyunca kaydırarak yanağıma indirdi. Sanki erkekler tam bu anda Hazer ve diğerleri olarak ikiye ayrılmıştı. Uzun süre nefessiz kalmış gibi işkence içinde soluklandı ve ardından çarpıcı şekilde yutkundu. “Kızıyor musun bana, sana böyle yaklaşıyorum diye?”

Bir yere tutunmak istedim ama gömleğine tutunmaktan ürktüğüm için ellerimi yumruk yaptım. “Bana nasıl yaklaşıyorsun ki?”

“Bu şey,” dedi ve elini ağırca yüzümden çekti. “Şimdi ben geri gidemiyorsam, sen gözlerini kapatıp karşımda kalıyorsan... bu şey yüzünden.”

“Hazer?”

“Mila?”

“Sen alfa mısın?

Hazer’le bir dakika boyunca bakıştık. Ne o ağzını açıp bir şey dedi ne de ben dedim. Karşılıklı olarak birbirimize baktığımız sürenin ardından Hazer elini ensesine atarak geriledi ve aramıza, istediğim o mesafeyi koydu. Doğru duyup duymadığını düşünüyordu sanki. “Ne miyim? Alfa mı? Ben tam olarak neden bahsettiğini anlamadım...”

Hep Gazel yüzünden olmuştu, Hazer’e alfa deyip durmuştu ve ilk köşeye sıkıştığım anda pervasızca davranarak ona bunu sormuştum. “Ben,” diyerek dilimi ısırdım. “Her zamanki pervasızlıklarımdan işte, lütfen görmezden gel.”

“Sen bana alfa erkeği misin diye mi sormak istedin?” Hazer’in sesi bu sefer... hafifçe alaylı gibiydi. “Bundan bahsediyorsun değil mi?”

Sırtımı duvardan ayırdım ve hızla onun bakış açısından çıkarken, kaçamak bir cevap vermek için dudaklarımı araladım. Fakat o esnada koridorda adım sesleri ve hemen ardından, “Kolay gelsin,” diyen Behram’ın sesi duyuldu. Kafalarımızı çevirip kapının önündeki siluete baktık. “Ben çıkıyorum, içeriyi bitirdik zaten. Giderken Gazel’i de bırakacağım. Kardeşim, sen daha burada mısın?”

Hazer’in gözleri, Behram’ın arkasından bakış açımıza giren Gazel’e kaydı. Ona karşı haklı bir öfkesi vardı ve Gazel bunu hisseder hissetmez bakışlarını kaçırdı.

 “Gazel’i abisi alırdı,” dedi Hazer, iğneleyici bir tonla. Behram sanki o an yanlış bir şey yaptığını düşünmüşüz gibi utandı ve başının üzerinden Gazel’e döndü. “Tabii, benimle seyahat etmek istemezsen...”

“Sorun yok,” dedi Gazel, Hazer’in bakışları altında ezilerek kafasını önüne çevirirken. “Sen beni caddeye kadar bırakabilirsin.”

Hazer sertçe boya fırçasını aldı ve boya kovasının içine daldırdı.

Behram onun bu tavrını anlamsız bakışlarla izlerken, “Bir sorun mu var?” diye sordu, kaş göz yaparak. “İyi misin?”

“İyiyim.” Hazer’in sesi dümdüzdü. “Sen Gazel’i bırak, yarın görüşürüz.”

“Maçın sinirini atamadın galiba hâlâ.” Behram Han’a bulaştı ama karşılık alamadığında yüzündeki gülümseme yerini düşünceli bir ifadeye bıraktı. Sanırım biz olduğumuz için fazlasını da soramıyordu. Bana anlık bir bakış atarak selam verdi ve Gazel’e dönüp konuştu. “Atkını düzelt istersen, arabaya kadar yürüyeceğiz, üşürsün.”

Gazel başını salladı ve titreyen ellerle atkısını düzeltti. Kötüydü, çünkü Hazer onu suçladığını hissettiriyordu. Yanına koşturdum ve Behram sokak kapısına doğru ilerlerken uzanıp ellerini tuttum. “Fırsatı kaçırma ve ona doğruyu bugün, baş başayken söyle.”

Gazel Hazer’den tarafa hiç bakamadan başını iki yana salladı. “Beni görmek istemez!”

Ben daha bir şey diyemeden Gazel ellerimden kayıp gitti, Behram’ın ardından dışarıya çıktı. Hazer Gazel’e karşı öfkesinde haklı bile olsa bunu böyle net belli etmesini istemezdim. Gazel’in geç kalmasından, Behram’ın bunu yakında ve zamansız olarak öğrenmesinden derin endişe duyuyordum. Ellerimi gerginlikle ovaladım ve sokaktan uzaklaşan arabanın sesine kulak verdim. Az sonra etraf sessizliğe gömülmüştü.

İç çekerek önüme döndüğümde, Hazer’in elleriyle ceplerini yokladığını gördüm. Aradığını bulamamış olmalı ki dudaklarının arasından gergin bir nefes bıraktı ve kafasını kaldırıp beni kadrajına aldı.

“Bir şey mi arıyorsun?” diye sorduğumda, “Paltomda olmalı,” dedi. Daha yakın olduğum için hareketlendim ve salona yürüdüm. Paltosunu koyduğum yerden alarak avuçlarımın içinde özenle tuttum ve odaya geri döndüm.

İçeriye girdiğimde Hazer, artık çok da temiz olmayan ayakları üzerinde bana doğru döndü. “Buyur.”

Hazer nezaketim altında ezilmiş gibi kızardı. “Eyvallah.”

Bu kelimeyi kullanacağını düşünmediğimden biraz garipseyerek ona baktığımda duraksadı ve açıklama gereği duydu. “Ankaralı olunca böyle oluyor işte...”

Dudağım kıvrıldı. “Anlıyorum... Daha önce dediğini duymamıştım.”

Bakışlarını kaçırdı ve elini kabanının cebine atarak arayışa çıktı. Karşısında durup onu izlemenin uygun olmadığını düşünerek telaşla uzaklaştım. Yerdeki küçük boya fırçasını tekrardan aldım. Paltosunun cebinden küçük, cam görünümlü koyu renkli bir şişe çıkardı ve kapağını açtı. Bakışlarım hayretle büyüdü. İlaç kutusu muydu? Şişenin içinden bir ilaç alıp ağzının içine attı ve susuz olarak ilacı yutarken şişenin kapağını kapatıp cebine koydu. Neden ilaç kullandığına dair bir fikrim yoktu. Han meraklı bakışlarımı fark etmiş olmalı ki bana doğru döndü ve ifadesi bir an dondu.

“Buradan başka boyanmasını istediğin yer var mı?”

“Bugün burayı da boyalım, yeterli.” Kafam karışmış bir halde ona cevap verdiğimde Hazer kovanın içinden fırçayı aldı ve bana sırt dönerek duvarı kaldığı yerden boyamaya devam etti. Sorma ihtiyacı hissederek dudaklarımı araladım.

“Affedersin... Rahatsız mısın? İlaç aldığını gördüm de?”

Bir an elleri sabit kaldı ve omuzları gerildi. Fakat beni ilk kez yanıtsız bıraktı ve ağzını hiç açmadan, kaldığı yerden fırçayı duvara sürmeye devam etti.

Haddimi aşmış olmalıydım.

Öyle ya, onun da cevap vermek istemediği sorular olabilirdi. Neden bu kadar merak etmiş, tedirgin olmuştum? Elime bulaşan boyaya bakarken, “Haddimi aştıysam kusura bakma,” dedim ve o henüz bana cevap vermeden bir başka soru sorarak bu konuyu dağıttım. “Gazel’e çok mu kızgınsın?”

“Evet, çok kızgınım.”

“Kızgınlığını haklı buluyorum,” dedim. “Fakat rica ederim ona tavır alma, kötü niyetli biri değildir.”

“İyi niyetli insanlarda kimi zaman kötü şeyler yapar.”

Tabii öyleydi. İnsanlar ikiye ayrılır derler ama iyiler ve kötüler de kendi aralarında ayrılırdı bana kalırsa. “Evet ama Gazel’in sorunlarını bilemeden onu yargılama lütfen.”

“Bu iş nihayete kavuştuğunda Behram çok üzülecek ve ben bununla ilgileniyorum Safir.”

Aslında her ikimiz de aynı şeyleri istiyorduk ama sorun şu ki, bu bizimle ilgili bir olay değildi. “Ayrıca,” diye mırıldandı, oldukça kısık şekilde. “Haddin olmadığını düşünmedim.”

Ah... İlaç. Pekâlâ… Bu daha iyi hissettirmişti. Farkında olmaksızın rahatladım ve dikkatimi boyaya verdim. Ellerimin büyük kısmı boya olmuştu ve yüzümde de lekelerin olduğuna emindim.

Mumun üstünde tüten aleve baktım.

İnce ince dağılıyordu ateşi.

“Tişörtüm, hâlâ üzerinde mi?”

Han’ın sorusuna hazırlıksız yakalanarak sıçradım ve dalgın bakışlarımı ona çevirdim. “Evet... Üstüne kazak giydim.”

“Anladım.”

Fırçayı parmaklarımda sıktım. “Geri mi isteyeceksin? Kıyafetlerimi çamaşırhaneye götürüp yıkıyorum, yıkadıktan sonra tişörtünü geri iade ederim.”

Hazer başını sol omzuna düşürdü ve gözleri süratle ilerleyip buz dağına çarpan bir gemi gibi çarptı gözlerime. “Ne verdiysem sana ne veriyorsam."

“Peki madem,” dedim uysalca. “Geceleri giyerim tişörtü, büyük tişörtler gece giyerken pek rahat oluyor.”

İç çekti. “Olur, giy...”

Gracias.”

“Ben gracias...”
Dudağımı ısırdım. “Sen de mi teşekkür ediyorsun?”

Hazer irkildi. Elinin biriyle alnına düşmüş saçını geriye iterken, yüzüne biraz boya bulaştırdı. Tenine misafir olmuş kusurların bile bir hoşluğu bulunuyordu sanki. Gözümü ondan çekemedim niyeyse. “Sen graciasdeyince ben de öyle demiş bulundum. Doğru, ben de teşekkür etmiş oldum. Allah Allah, niye ne dediğimi bilmiyorum acaba...”

Hazer çok garip bir adamdı. Hem ne dediğini çok iyi biliyordu hem de bazen karşımda ne dediğini bilmiyormuş gibi konuşuyordu. Benim de karşısında düzgünce konuşabildiğim yoktu ama ben normal insanlarla da pek konuşamazdım. Üstelik Hazer söz konusu olduğunda fazla heyecanlanıyordum. Garipliğini yüzünde aradım ama ay ışığı altında kalmış olan çehresine baktığımda, okkalı bir şekilde yutkunmaktan başkasını yapamadım. “Bir şey sormak istiyorum,” dedim ve cevabını beklemeden “Behram’dan bana bir şeyler öğretmesini istersem öğretir mi?”diye sordum.

“Ben öğretirim.”

“Yoo, hayır,” dedim ve doğru şekilde telaffuz etmek için duraksadım. “Din hakkında?”

Bu Hazer’i epey duraksattı ve gözleri tekrar beni buldu. “Benim de din hakkında bilgilerim var Mila. Senin kastettiğin ne?”

Hazer’e müslüman olmadığımı söylemek beni yargılamasına sebep olur muydu? Hayır, Hazer böyle birisi değildi. Onun hakkında böyle düşündüğüm için bile utandım ama ağzımı açıp bir şey diyemedim. Hazer gözlerini kısıp benden cevap beklerken hafifçe esnedi. Yarın erken kalkacak bir adamı meşgul etmem hoş değildi. Bunun bilincinde olarak, “Hazer,” dedim yumuşak bir sesle. “Evine gitsen iyi olur.”

Dudakları aralandı ve duvarlara baktı. “Ama daha bitmedi...”

“Uykum geldi,” dedim ve eğilerek fırçayı kovanın kapağı üzerine bıraktım. “Devam edemeyeceğim, uyumak istiyorum.”

Ona uyuması için gitmesi gerektiği söylesem inkâr ederdi. Bu yüzden benim uykum geldi demek istemiştim. Hazer vakurca kafasını salladı ve boya fırçasını kovanın içine bırakarak avuç içlerine baktı. Zarif parmaklarını ovaladı ama boyayı çıkaramayacağını anladığında, kirpiklerinin altından bana mahcubiyet dolu bir bakış attı. “Ellerim kirlenmiş.”

Tanrı aşkına, o neden mahcup oluyordu ki? Benim odamı boyarken olmuştu. “Su var,” dedim hevesle. “Ellerini yıkabiliriz.”

“Hayır,” diyerek ekledi. “Senin suya ihtiyacın olacak.”

Başka bir şey demedim, çünkü oldukça kati görünüyordu. Bir an bakıştık ve bu, sürüklendiğim hayatın avuçlarımı açıp içine titreyen bir kalp koymasıyla eş zamanlı oldu. “O halde gideyim ben.”

Başımı salladım, ses etmedim. O ellerini çırparak pencere koluna astığı paltosunu alırken, yıldızlar kadar görkemli görünen siluetini izledim. Gözleri, gece vakitlerinde daha savunmasızdı. Ensesini kaşıyarak kapıya yürüdü. Koridora ilerledi, gözden kayboldu. Hareketlendim ve acele içinde koridora çıkıp ondan farklı yöne, salona ilerledim. Ceketini çantamın üzerinden alırken, heyecanla uzandım ve montumu kavradım. Elimi cebine attım ve montumdan siyah beyaz bileklikleri çıkardım.

Onun ceketi ve bilekliklerle koridora çıktığımda, Hazer kapıyı açmış ve ayakkabılarını giymek için eğilmişti. Ayaklarımı yanına yürüdüm. Ceketini göğsüme bastırarak ipleri avuç içimde sıkıca tuttum. Tam karşısındaydım. Hazer doğrulduğunda, “Buyur,” diyerek ceketini uzattım. “Bunu unutuyordun.”

Hazer uzanıp ceketi alırken, “Bırak kalsaydı,” dedi ama gözlerime bakarak konuşamadı. “Gelmek için bahanem olurdu...” Ben bahanelere ihtiyacı olmadığını söylemeden Hazer devam etti. “Aslında bir süre gelemeyeceğim.”

“Neden ki?”

“Yurt dışına çıkmam gerekiyor.”

Dilim, bir bıçağa sürtünmüş gibi sızladı. Uçağa binip buralardan gidecek miydi? “Neden gerekiyor?”

“Sürekli çıkarım,” derken sesi düşünceliydi. “Bizim işler böyle yürüyor, anlaşmalar falan... Bazen oluyor bir ay gelmiyorum.”

Omuzlarım çöktü. “Uzunmuş...”

Hazer’in ellerini sıktığını gördüm. “Şimdi, bana da uzun geliyor.”

Rüzgâr esti ve fırtınanın habercisi olan gök, büyük bir patlamayla gürledi. Sonra, “Ne zaman gideceksin?” diye sordum. “Ya derslerimiz?”

“Meliha seninle ilgilenecek,” dedi ama ben ona o koltuğa bakıp gözlerimin sürekli onu arayacağını söylemedim. “Ben de biletim alınsın, yakında gideceğim.”

Elimin birini yakama götürdüm ve mevcut fırtınaya rağmen, ateşte yanıyormuş gibi hissederek kendimi ferahlatmaya çalıştım. “Tatilin tadını çıkar,” dediğimde Hazer sertçe soluklandı.

“Tatile çıkmıyorum, iş yapıyorum.”

“Doğrudur.”

Biraz sessizlik oldu.

“Bana,” dedi sonrasında. “Sabahları mesaj atarsın değil mi? Yani, ben gittiğimde?”

“Ama, oranın sabahıyla buranın sabahı bir mi olur?”

“O zaman hem burada sabah olunca atarsın hem orada sabah olunca.”

Dudağımın içini ısırdım ve tek kelime etmeden hüzünlü gözlerle, eşiğin çıkıntısına baktım. Hazer de ne diyeceğini bilememiş gibi sustu. Bir süre geçince “Gideyim bari,” dedi, sanki yapacak başka şeyi kalmamış gibi. “Hoşça kal.”

“Hazer,” dedim onun uzaklaşmasına engel olarak. “Bir saniye.”

Buruk bir hezeyan taşıyan gözlerimi gözleriyle buluşturdum ve uzanıp bileğinin üstünden, kolundan yavaşça tuttum. Hazer buna tamamen hazırlıksız yakalandı. Gözlerine, ruhumdan bakarken, bugün onun için aldığım bileklikleri sırasıyla bileğine doladım ve uçlarından tutarak çözülmemeleri için bağladım.

“Sen benim için maçı bırakıp geldin ya, hâlâ mahcubiyetini taşıyorum.” İp şeklindeki siyah ve beyaz bilekliklere birer düğüm daha atarak parmaklarımı çektim. “Bunları görünce, sana almak istedim. Minnetimin bir göstergesi olarak...” Kirpiklerinin arasındaki koyu bakışlara uzunca baktım. “Umarım beğenir ve hep takarsın.”

Gözleri beni ablukaya almıştı. Burada, cesedi ruhunda ağırlık yapan küçük bir kız vardı ve gerdanı kırılmış, içinden çiçekler bitmişti. Hazer nasıl görüyor bilmiyorum ama o çiçekleri sulama hasretiyle yanıyordu sanki. Yutkundu. Bir bileğine doladığım iplere, bir de bana baktı. Ve hiç ummadığım bir şey yaptı. İşaret parmağını önce dudağına götürdü, bir öpücük kondurdu ve sonra aynı parmağını tereddütle uzatıp sırasıyla sol ve sağ gözümün üstüne, göz kapaklarıma bastırdı. Öpücüğünü tenime pay etti.

Anladım ki, beni iki gözümden öptü.

BÖLÜM SONU.